17 Mayıs 2010 Pazartesi

Thomas Eugene Robbins - Parfümün Dansı

Farklı bir kitap.

5 yorum:

  1. Tom Eugene Robbins,Amerikalı yazar bu romanında bizi; insanlığın varoluşundan beri süregelen ölümsüzlüğe ulaşma tutkusunu,karakterlerin mükemmel parfümü arayışıyla eş zamanlı olarak anlatan bir yolculuğa çıkarıyor.Koklama duyusunun diğer duyularımıza oranla belleği uyandırma konusunda çok daha yetenekli olduğu,insan öldükten sonra bile bir süre onu terk etmediği tezlerine dayanarak yazar ölümsüzlük ve koku arasında bir bağ kuruyor ve kokunun ebediyetin simgesi olabileceğini söylüyor.
    Seattle,New Orleans,Paris gibi kentlerde yakın zamanda ve 700 yıl öncesinde doğudan batıya pek çok mekanda gelişen romanın sonunda karakterlerin yolları zamanı ve mekanı aşarak kesişiyor.
    Küçük bir ülkenin kralı olarak hayat serüvenine başlayan Alobar isimli kral geleneğe karşı gelerek ölümden kaçıyor ve kendisi gibi asi bir kadınla tanışarak ölümsüzlük arayışına birlikte devam ediyorlar.Bu yolculuklarında hayati zevklerin simgesi haline gelmiş Pan isimli tanrı onlara eşlik ediyor.
    Sık sık katı kuru ve sıkıcı mantığın eleştirildiği, hatta akılcılığın simgesi haline gelen düşünürlerle ilgili mizahi öğeler taşıyan hikayelerin de anlatıldığı romanda Marx,Freud sıkıcı bulunuyor, 'insanın kalbiyle yaşaması' gerektiği savunuluyor.
    Amerikalı yazar kitapta sıklıkla bireyciliğe de vurgu yapıyor.
    Kİtabı okurken bir roman yerine sinema filmi olsaydı bu öyküden daha çok tat alacağımı düşündüm.Başka bir deyişle kitap edebi bir eserden çok senaryo olmaya daha yatkın.
    En çok ilgimi çeken bölüm kitabın sonundaki Doktor Dannyboy'un kuramı oldu.İnsanoğlunun evrimini bilişsel düzeyde sırasıyla sürüngen,memeli ve çiçek bilinci gibi dönemlere ayırıyor.Kimbilir belki de gerçekten çiçeklerdir dinazorların soyunu tüketen ne dersiniz?

    YanıtlaSil
  2. Uzun süre önce bitirmeme rağmen nerden ve nasıl başlayacağımı bilemedim yazıya.''Pancarın Dansı'' ilk basımının adı olan bu kitap şu ana kadar okuduğumuz kitaplardan çok farklıydı çünkü.Pancarla baslayıp pancarla bitmesi de zaten bunun bir göstergesi değil midir sizce?Yazar başlarken bize ilk önce,pancarın güzel bir betimlemesini yapar :''Vişnenin havuçla işi bittiğinde ortaya çikan şeydir pancar.'' Sonrasında bir riski göze alır çünkü eski bir Ukrayna atasözüne göre ''Pancarla baslayan hikaye şeytanla biter''miş...Anlaması zor ve ilginç gelebilir belki bu sözün,belki de yazarın çokta anlaşılmaya niyeti yoktur.İlginç ve güzel betimlemeler,imgelerle dolu kitap;tarihin farklı noktalarında-şehirlerindeki hikayelerin,farkli insanların,Tanrı Pan ve perilerinin biraraya getirildiği bir kurguyu bize aktarmaktadir.Sırasıyla Seattle,New Orleans,Paris'te baslayan anlatım birden Kral Alobar'ın şatosuna geçiverir.Yarı gerçek-yarı hayal bu kurgu kitabın akışı boyunca devam etmektedir.Güzel betimlemeler hikaye boyunca devam etmektedir:''Eylül ayında Louisiana Eyaleti,doğadan gelen sapık bir telefona benziyordu.Hava nemli,boğucu ve ketumdu.Temiz olmaktan da pek uzaktı.Sanki insanın yüzünde soluyor gibiydi...''
    Yaşam ve ölüm,bireycilik ve bunu takip eden üst seviye yaşama isteğini Kral Alobar'in şu sözlerinden görmekteyiz''Belki deli olabilirim.Ama bu dünyanın b.kunu öteki dünyanın kevserlerine tercih ederim.'' Hikayenin akışı sırasında da pancar sık sık karşımıza çıkmaktadır.Yüzyıllar öncesinden gelen muhteşem kokunun aranan son bileşimidir,ama proleterdir.
    Kral Alobar sık sık ölümsüzlüğün sırrı peşinde kendiyle çelişir,etrafına bakar.Bunu Kudra'ylada sık sık paylaşır: ''...Burada öğrettiklerine göre varoluşun çoğu ıstırap çekmek.Istırap da arzulardan geliyor.Demek ki eğer arzuları ortadan kaldırabilirsek,o zaman ıstırabı da kaldırmış oluruz.''sözüne karşı çıkıyor hiç olmadığı kadar ve kendisi bile şaşırıyor fazlasıyla.Ve yer yer kendini teselli ediyor: ''Eğer dünyanın gündüz kadar geceye de ihtiyacı varsa ruhun da aydınlığı dengelemek için karanlığa ihtiyacı olması gerekmez miydi?''...

    YanıtlaSil
  3. Kudra'yla yaptıkları zaman aşırı bir serüvenden sonra şu sözlerinden bireyciliği ön plana çikmaktadır: ''...Benim merakım b.k böceklerine kadar uzanmıyor.Kendi aile ağacımdan türemiş olsalar bile.Hem zaten eğer ben gerçekten ölümsüzsem,kendi kendimin torunu,kendi kendimin ahvadi,kendi kendimin hanedan sülalesiyim demektir.Başkalarına verdiğim şeyler sayesinde yaşamak zorunda değilim ki!''...
    Kral Alobar Tanrıya inanır,onun varlığını kabul eder ama onu sert eleştirmekten de geri kalmaz.Bu ''Tanrı'' kavramına ters düşer.Çünkü Tanrı varlığını kabul eden kişi onu eleştirme kavramından uzaktır.Bu yönde çelişki bulunmaktadır.Fakat Kral Alobar der ki: ''Dindar insanlara diyorum ki,eğer Tanrı seni sevseydi,hiç seni hasta edip öldürür müydü?Mantıklı insana ve zevk sefa düşkününe de diyorum ki,ölüm senin mantığınla da keyfinle de alay ediyor.''...
    Hikayenin şekillendirdiği ''Koku'' kavramına gelecek olursak;bu kitabı okumadan önce de, kokunun hayatımızda herzaman önemli biryere sahip olduğunu düşünmüşümdür.Kitapta da dediği gibi ''Koku en eski anılarımız için bir kanaldır.'' , ''Koku,beynimizin kullandığı dildir.''.Öyledir gerçekten...Bulunduğumuz yerde tanıdık bir koku vasıtasıyla yaptığımız zamansal yolculuklar,gittiğimiz mekanlar ve hatırladığımız yüzler,ölümsüzlüğün kaynağının olursa kokunun olabileceğini destekliyor.Sık sık ''Koku''nun önemi vurgulanıyor kitapta,onun ''...ekonomik,züppelik duygularıyla'' ruhunu alamayacağını vurguluyor karakter Tavşan Marcel...
    ''yaptığımız şeylerin pek çoğunu,bilinçaltımızda,dolaylı olarak,ölüm düşüncesinden kurtulmak için yaparız.Belki de kendimizi,yaptıklarımızla çok değerli,çok vazgeçilmez kılmayı,ölümün bizi aldatmakta tereddüt etmesini sağlamayı amaçlarız.O kılıç kafamıza düşse bile,şanslı olup hayatta kalanların anılarında yaşayabilmeyi garanti etmek isteriz.'' zaten ''Ölüm herkesin çorbasındaki sinektir''...Kitabı bitirdikten sonra Kral Alobar'ın ölümsüzlük aşkıyla bende dolup taşmıştım,fakat şimdi baktığımda,üzerinden bir süre geçti ve etkisi kalmadı.Ama bu konu üzerinde sorgulayıp düşündüğümü farkettim tekrar.İşte bu noktada kitap birçok noktasında sizi sorgulamalarla başbaşa bırakabiliyor.
    Tavsiyem kısa aralıklarla okunması bu kitabın.Aksi takdirde kurgu içerisindeki geçişler sizi sıkabilir ve tekrar tekrar başa dönmeniz gerekebilir.

    YanıtlaSil
  4. Oy oy oy oy…
    Ne kitaptı ama?
    Dinler, tanrılar, kokular, rahipler, papazlar, şamanlar, gizemci bilim adamları havada uçuştu. Bir ara Einstein bile girdi kitaba. Bilinmeyen diyarların tütsü kokan manastırlarından, modern dünyanın MIT’sine kadar her yeri gezdik. Hapislere düştük; öldük-dirildik. Sonunda kitap bitti.
    Fantastik kitaplardan hazzetmiyorum aslında. Ama bu kitabın bana kalırsa en çarpıcı noktası; nerde gerçekçi bir hikaye, nerde fantastik bir hikaye olduğuna okuyucunun karar vermekte zorlanmasıdır. Mitolojik Pan’ın, İsa’nın ilahiliğiyle araya biraz Buda harcı konularak birleştirilmesi; insanın neyin gerçek, neyin hikaye olduğu konusunda kafasını allak bullak ediyor.
    Kitapta Paris, New Orleans ve Seattle bölümleri Alobar’ın maceralarından daha ilgi çekiciydi benim için. İlk bölümlerde Alobar’ın hikayesi tam canımı sıkmaya başlarken araya V’lu, Pris ve Marcel’in girmesi beni rahatlattı. Ölümsüzlüğe ulaşmış Alobar ve Kudra’nın bin yıllık hayatlarını hiçbir şey yapmadan bomboş geçirmesi de ‘Madem böyle avare gezecekler ne gerek var ölümsüz olmaya?’ sorusunu aklıma getirdi. Her boş anında bir sigara yakan tiryakiler gibi, rahatsız edici sıklıkta sevişmeleri de beni yazardan biraz soğuttu. Yanlış anlaşılmasın tutucu olduğum için böyle düşünmüyorum. Örneğin kitabın diğer bölümlerinde Priscilla ve Wiggs Dannyboy’un birliktelikleri bana daha insancıl geldi.
    Kişiler arasından en çok Marcel LeFever’i sevdim. Onun kendine özgü yaşamı. Diğer insanlardan farklı ve biraz da umursamaz tavırları. Anlatıldığı üzere nazikliği beni etkiledi. Artık koklama duyumu da daha fazla ciddiye alacağım.
    Çifte Nobel’li Morgenstern’e de yazık oldu. Hem üzüldüm hem çok güldüm.
    Kitabın çok çarpıcı cümleleri ise bana kalırsa şunlardı:
    “Kendi gemine kaptanlık edemiyorsan, hangi yanlış limana vardığına şaşırmamalısın.”
    “Kendi kaderini kendi tayin etmenin fiyatı hiçbir zaman ucuz değildir.”

    Tüm bunlarla birlikte benim için kolay okunabilen, hiç ittirip kaktırmaya gerek kalmadan çabucak biten bir kitaptı Parfümün Dansı. Pek anlamam ama, akıcılığına bakacak olursak galiba iyi bir çeviri aynı zamanda.
    Yazarın kuvvetli bir hayal gücü ve kolay elde edilemeyecek bir birikime sahip olduğu tartışılmaz. Anlatımı da bana kalırsa kötü değil. Sadece bazı benzetmeler çok zorlama gibi göründü gözüme.
    “V’lu kalçalarını Çingene arabasının duvarlarına asılı duran mandolinler gibi sallaya sallaya dar merdiveni tırmandı.”
    “Abanoz bir tacın gerisinde, kızarmış salyangoz lokması gibi görünüyordu.”
    “Soğuk bir sabah inek boku üzerine kırağı yağmış gibi görünüyordu”
    “Madam Devalier’in yüzündeki kızarıklık, zarar eden bir işyerinin muhasebe defterindeki borç rakamları gibi utanç doluydu.”
    “Alobar onun sarı verniğe boyanmış üzümlere benzeyen gözlerine baktı.” gibi benzetmeler komik ve zorlama duruyor.
    Bence okumaya değer bir kitap.

    YanıtlaSil
  5. Tom Robbins’in ilk okuduğum romanı Parfümün Dansı etkileyici, merak uyandırıcı, gizem dolu, fantastik, gerçek, aromatik, sıra dışı… gibi daha sıralamak istediğim ama kelimelere sığamayacak kadar derin bir kitap bana göre. Kral Alobar, Wren, Kurda, Pan ile başlayan, ve bu arada günümüzde Le Fever ailesine , Priscilla’ya, Vlu’ya ,Madam Devalier’e, Dannyboy’a kadar bir çok karakterin yaşadığı, Aelfric’ten Constantinapol’e Paris’ten Seattle’a, New Orleons’a kadar uzanan farklı bir çok şehirlerde geçen öykü sınırsız yaşamın ve mükemmel kokunun keşfi üzerine kuruludur.
    Kokulara ilgim yoktur ve asla ölümsüzlüğü düşünmemişimdir. Kitabı okurken de bitikten sonrada ilgim ve düşüncem değişmemiştir. Son zamanlarda bir tane daha fantastik bir kitap okumuştum ( uçabilen kız) ve bu kitaptan sonra anladım ki, beni asıl etkileyenin öykü olduğunu söyleyebilirim. O kadar mükemmel bir kurgu ve akıcı bir dil (yada çeviri) var ki hiç sıkılmadan okudum kitabı.
    Bazı koku tasvirlerinin ve tanımlarının yüce etkisi benim kitabın altını çizmeme kadar gitti.
    ‘Koku; en eski anılarımız için bir kanaldır. Beri yandan, gelecek yaşamımıza da bizimle birlikte girebilir. Bu arada da insanı keyiflendirir, hayal gücünü körükler, düşünceleri biçimlendirir, davranışı değiştirir...’(sayfa 244)
    ‘Koku ışığın kardeşidir. Nihailiğin sol koludur. Ebediliği geçiciliğe bağlar…’(sayfa 357)
    Ölüm ile ilgili birkaç tasvirse beni gerçekten çok etkiledi. Bu sözler alobara ait ‘beni yanlış anlıyorsunuz. Ben ölümden korkmuyorum. Ona kızıyorum….siz bir işin orta yerindeyken odanıza dalıyor, girerken çizmelerini kapıda paspasa silme zahmetine bile katlanmıyor. Benim içimde yeni bir heves var canlarım. Kendim olma hevesi…’(sayfa 61)
    Son cümleden ve Alabor’ın söylediği ben artık kendi kralım olmak istiyorum cümlesinden de yazarın bireyselciliğe vurgu yaptığını saptayabiliriz.
    Kudra ile alobar arasında geçen konuşma ise ayrı bir güzellikte ,mükemmel bir tasvir. ‘Biz ilahi bilgi evinin eşiğini aştık. Bu sefer orta holde oyalanıyor, duvar kağıtlarının güzelliğini seyretmekle vakit geçiriyoruz, evin nasıl odalarını dolaşmıyoruz…’(sayfa 189)
    Romanın bir yandan da yaşamın içinden olması, zaman zaman felsefik görüşlerle bunu aktarımı ve düşündürmesi de oldukça başarılı.’ İnsanın arzu etmeme arzusunun, arzular arasında en sinsi arzu olduğunu kabul etmişsinizdir artık herhalde.’ ‘ Pek değil Alobar. Şöyle düşün. Arzu kelimesi ortada bizim olmayan bir şeyin varlığını gösteriyor. Eğer her şeyimiz varsa o zaman arzu olamaz;çünkü isteyecek bir şey kalmamış olur…’(sayfa 118)
    Son olarak şunu söyleyebilirim ki bizler romanın çağrısına kulak verdik ve onlarla birlikte yolculuğa katıldık.

    YanıtlaSil